4 Ocak 2011 Salı

Kağıt Kesiği

Şimdi sen gittin mi? Yok musun artık...
İnanasım gelmiyor...
-o-
Kâğıt kesiği gibi gidişin. O kadar ince bir sızı, o kadar acı. Hani şaşırırsın ya “ulan şuncacık kesik nasıl bu kadar acır” diye, işte öyle… Bu kadar ince bir sızı nasıl oluyor da bu kadar acıtabiliyor insanı, şaşılası…
-o-
Bazen sandığı kadar zamanı olmuyor insanın. 2 gün sonra görürüm dediğinde göremiyor, yarın yaparım dediğinde yapamıyor, birazdan söylerim dediğinde söyleyemiyor. Öğrendim ki yaptıklarımdan değil, yapmadıklarımdan pişmanlıklarım. Beklememeli…
-o-
Toprağın üstüne yağmur yağarken toprağın altında havanın nasıl olduğunu kim merak eder ki? Bu güne kadar ben hiç merak etmemiştim…
-o-
Doğrudur, her giden acıtıyor insanın içini. Dönmemek üzere giden acıtmakla kalmıyor, kanatıyor…
-o-
Kim ne derse desin bir devir kapandı benim için. Küçükken beni bir tek onun sevdiğini sanırdım. 27 Aralık günü gerçekten İstanbullu oldum, artık burada benim de toprağa salınmış köklerim var…
-o-
Hadi Nezoş’um, tut elimden 30 yıl öncesine gidelim. Senin saçların siyah, tenin sıcak, ben kıymet bilmez, dünyayı ekseni etrafında döndüren küçük bir kız çocuğu…

13 Kasım 2010 Cumartesi

Ağladım

Ağladım…
Beyaz bir meleğin kanatlarından süzülen yağmur gibi döküldü gözyaşlarım.

Hüzün bilmiyor ne zaman geleceğini…
Ya ardı ardına sıralıyor, tekrarlıyor kendini ya da lazım olduğu zamanlarda görünmüyor ortalıkta.

Ağladım…
Yapacak daha makul bir şeyim yoktu, dayanacak bir omuz da… ben de oturdum ağladım…

“Senin de kaderin bu belki” yazdı satırları,
İçim acıdı, kendi içime kendim sığamadım, yine de kaderimden yakınmadım.

Ağladım…
Hiçbir kelime iyi gelmeyecekti o anda, biliyorduk, beyaz melek yazısına bakıp ağladım…

Uçsuz bucaksız bir denizin kıyısında olmak vardı şimdi.
Susuşsaydık deli deli.
Deniz bana baksaydı, ben denize baksaydım da öyle ağlasaydım,
O ıslak, ben ıslak…

Ağladım…
Yanı başımdaki denize dokunamayacak kadar uzaktaydım.

Gelmedi diye pencerelerde kaldı gözlerim.
Pervazlarda mıydı kabahat, gecenin ışığında mı bilemedim…

Ağladım…
Öyle bir yağmur yağmaktaydı ki penceremin önünden, kimse fark etmedi bile ağladığımı.

Hayatı kafamda değil de omuzlarımda taşır gibiyim,
Kafamda kocaman bir boşluk, omuzlarımda derin bir ağrı.

Ağladım…
Omuzlarımı yıkasaydım da işe yarardı belki ama ben ağladım.

10 Ağustos 2010 Salı

Nefes

Aşk değildi belki;
Belki yalnızca nefes aldım.
O kadar uzun zamandır nefessiz kalmıştım ki
Aldığım nefesle hülyalara daldım.
Doydu nefessizlikten kurumuş ciğerlerim ışığa,
Ben nefesin ışığında arındım.

Adına kim ne derse desin,
Kim aşka ne derse desin,
Ben nefes aldım…

Ben dağların kadını,
Ben ayların hanı,
Ben demir leydi;
Yeniden soluksuzluktan bunaldım.

Hadi kalk gel yine etrafımı saran bu kente.
Bir kapısından gir içeri,
Issız akşamüstünü ıs’landır.
Yağmur yağsın, şakaklarımdan yanaklarıma aksın
Ve bir kaçak buse bırak yağmurun terk ettiği izinde.

4 Ocak 2010 Pazartesi

-o-

Cümlenin başında olmak
Her zaman özne yapmıyor insanı
Bir bakıyorsun
Cümleler devriliveriyor,
Kucağına dökülüyor kelimeler.
Eylemler özne rollerini kapıyor,
Onlarca öğe dağlıyor oraya buraya,
Ve bir tek nesne rolü kalıyor
Cümlenin başındaki sana…

Bağlacın hali de vahim,
İki olmazın, iki olurun,
Ya da daha beteri olmazla olurun arasına sıkışıp kalan.
Tek şansı olduğu yerle durduğu yerin bir olması belki.
Gerçi buna da şükür diyesi geliyor bazen insanın,
Bir başkasının yerine boşlukları dolduran zamirin halini gördükçe…

15 Aralık 2009 Salı

MUHTEMEL Kİ BENDEN ÖNCE ÖLECEKSİN***

Muhtemel ki benden önce öleceksin…

Sarı saçların düşecek ak alnına
Açlıktan kokan nefesin sırtındaki kurşun yarasından çıkan dumana karışacak
Bense öldüğünü bile bilmeyeceğim…

İçim sızlayacak inceden ve derinden
Derimden dumanlar çıkacak,
Bedeninden çıkanlara nazire olsun diye
İçimden dumanlar çıkacak dışıma,
Ciğerlerimi yırtarcasına bir çığlık gelecek içimden,
Düğümlenip kalacak boğazıma…

Muhtemel ki benden önce öleceksin…
Ben bu dünyada,
Kimin dünyası olduğunu bile bilmediğim bu saçma sapan dünyada
Sensiz ve kimsesiz kalacağım.
Kimsesizliğimin farkındalığı bulamayacak beni uzun zaman,
“Bir garip boşluk” deyip geçeceğim nice zamandır olduğu gibi,
Bulduğunda ise çok geç olacak…

Haberin gelecek bana nice zaman sonra,
O “nice zaman” içinde
Gözlerim görmez, kulaklarım duymaz olacak başka’larının çığlıklarını,
Başkalaşmış olacak yüreğim.

Muhtemel ki benden önce öleceksin,
Gün’üm gibi ve hatta dünüm gibi ölüm de gecikmiş olacak bana…

*** Can Dündar'ın "Savaşta Ne Yaptın Baba" isimli kitabını okuduktan sonra yazılmış, teknolojik bir kazaya kurban gitmesinin ardından 13.02.09 tarihinde yinelenmiştir, aslı gibi olmasa da...

7 Aralık 2009 Pazartesi

BENDAG DEĞİLİM, BİLGE YA DA ŞAİR DE…

Ölmek için ana yurduna giden Bendag’ın öyküsünü henüz okumuştum. Güzel bir tesadüftü herhangi bir kan ya da gen bağım olmayan anayurduma gitme kararımdan hemen sonra Bendag’ın öyküsü ile karşılaşmak. Bendag 101 yaşındaydı, artık ölmek zamanı geldiğini düşündüğü için kendini bulmaktan korkmadığı yaşa gelmişti. Kendisiyle yüzleşmek kolaydı artık onun için. Her ne kadar “Bilge Şair Bendag” olarak anılsa da kendimi ondan bir adım önde hissediyordum, henüz onun üçte biri yaşa gelmemiş olmama rağmen kendimle yüzleşmek için anakara’ma gelmeyi göze alabildiğim için. Ne bilgeydim ne de şairdim oysa…

Bir de Bendag hala kendinden korktuğu için insanları ile yüzleşemiyordu. Yarım asır kendinden ve insanlarından kaçmıştı. Benim ömrümden daha uzun bir zaman sonra kendisi ile yüzleşebiliyordu ama hala kaçıyordu insanlarından, etiketlerini gizliyordu. Oysa ben hem kendimle yüzleşecektim hem de insanlarımla, üstelik ne bilgeydim ne de şair…

Sürgün olduğum yarım adanın denizi (ki bence deniz değil dereydi o ancak genelin kanaatine baş kaldıracak özgüvenim olmadığı için “deniz” yakıştırmasını kabullenmiştim) ana yurdumun denizine kayda değer mesafede uzak olduğundan bir martının ardına takılıp gitmek gerekti. Martı kanadının ucunda anakara’mın koynunda buldum kendimi…
-o-
Zaman durdu anakara’mın koynunda. Aslında zaman stabil bir şeydi, hep duruyordu. Hareket eden bizlerdik aslında. Bu günahımız o kadar ağır geliyordu ki vicdanlarımıza, kendimize karşı kendimizi aklamak için suçu zamana yüklüyorduk.
-o-
Şehri güzel kılan dört duvar ve binalar değildi şüphesiz. Şehri güzel kılan insanların kokusu o dört duvara ve koridorlara ve odalara sindiği için güzel göründü yine binalar gözüme. Her biri başka bir yerdeydi o insanların. Ve hatta kimileri hasım olmuştu ama her yana sinen kokuları güzel geliyordu bana; şimdiki kokuları değil, o zamanki kokularıydı duyduğum…

Bir vefa borcundan değildi orada oluşum. Hiçbir yere gitmemiş olması, gittiğimde orada bekliyor olması yaşattıklarından ve hissettirdiklerinden dolayı anakara’nın bana olan vefa borcundandı. Tamam, değişmişti biraz ama bana ait çizgileri alnında ve gözlerinin kenarlarında duruyordu hala, mıhlanmıştı… Hala anakara’da bana ait olan bir şeyler vardı. Biliyordum, nasıl ki ben anakara’mı hep saklıyorsam bir yerlerde, o da o eski çizgilerini saklayacaktı. Ta ki bedenim böcek yemi olup ruhum özgür kalıncaya dek…
-o-
Yıllarca hafızama istiflediğim hatıraların kayıtlı delilleri olsun diye sık sık teknolojik oyuncağımın deklanşörüne basıyordum. İki kız gördüm denize bakan yarım halkalara giderken. O heyecanla onları da kaydedecektim ki son anda vazgeçtim belki unutulmayı tercih ederler diye. Bir de adam gördüm, bir ağacın kanatlarını kesiyordu hunharca. Ağaç bir daha uçamayacak diye o kadar üzüldüm ki onları da kaydetmedim, unutayım istedim.

Denize bakan yarım halkalarda otururken gözümü kapatıp başımı arkaya yasladığımda fark ettim ki gözlerimi açtığımda karşımda yine ben’i görecektim. Bir hayal değildi bu sefer…

Kentin kahpe olduğuna dair efsaneleri anımsadım tekrar; kendini sana gösterir, sevdirir ama asla senin olmaz derdi efsane. Efsanenin gerçekliğini bir kez daha onayladım. İşte buradaydım, sevmiştim ve dönmüştüm ona ve biliyordum yaşam beni yorduğunda yine ona dönecek, ona saklanacaktım ama o benim değildi.
-o-
Yeni paketimi açıp çöplerini yere attım. Herkes öyle yapmıştı, belki beni de kabullenir umuduyla herkes gibi davranmaya çalışıyordum. En ortadaki sigarayı çekip yaktım, biliyordum, dumanını anakara’ya üfleyecek izmaritini de yere atacaktım. Herkes gibi olmak için… İçimden dumanlar çıkarken anakara’dan bende kalanları düşünüyordum, bir yandan da usulcacık ağlıyordum, hani yanımda biri olsa o bile fark etmeyecek kadar usulcacık…

Düpedüz aşıktım ben bu kente. “Her zaman bir kadın olacaktır, ama bir kadın her zaman olacaktır” demişti şair. Her zaman bir kentim olacaktı, ama bir kentim her zaman olacaktı…

Uzakta bir yerlerde başka adamlar başka ağaçların kanatlarını kesiyordu. Görmüyordum ama adamların sesini ve ağaçların çığlıklarını duyabiliyordum. O başka ağaçlar da uçamayacaktı artık…
-o-
Büyü bozuldu…

Anakara’nın varlığı benliğime açılan kocaman bir kapıydı. 3 adam boyunda, dökme demirden, el işi kabartmaları yaldızlı boya ile belirginleştirilerek süslenmiş koca bir kapıydı. Kapıyı açar açmaz benliğime ait özsu ile yıkanacak, metalarımdan arınacak, zaman mefhumunu içimden çıkarıp tüm zamansızlıklarımdan kurtulacaktım. Oysa hiç beklediğim gibi olmadı, büyü bozuldu. Kilidin içinde dönmeye çalışan anahtar canhıraş bir çığlıkla kırıldı.

İlkin duyduğum çığlığın ayırtına varamadım, nereden geldiğini anlayamadım. O ürkütücü sesler içimden geliyor sandım. Tenimin altında ben fark etmeden (bana fark ettirmeden) vücudumun bir uzvu kırıldı sandım. Parmak uçlarımla bütün vücudumu kontrol ettim ama kırıklardan dökülen (dökülmesi gereken) kemik parçalarına rastlayamadım. Anladım ve ikna oldum ki sesler vücuduma ait değildi. Kırıklar ve çığlıklar ruhumdan çıkıyor olmalıydı… Ruhumu dinlemeye korktum, kulaklarımı tıkadım tüm seslerime. Biraz zaman geçince seslerin ruhumdan da gelmediğini fark ettim, zamanın geçmesi ruhumun çalıştığına delalet ediyordu. Anladım ki kilidin içinde dönmeye çalışan anahtar kırılmış, büyü bozulmuştu… Benliğimin özsuyu kapının ardında mahsur kalmıştı…

Bu sefer anakara ile yüzleşmek için doğru zaman değildi belki de…

Bendag’a olan tartışmasız (sandığım) üstünlüğüm bir anda kaybolmuştu. Bendag’ı kınamış, ardından gülmüştüm insanlarıyla yüzleşemiyor diye. Anahtarı kıran, büyüyü bozan insanlarımdı, anladım ve öğrendim ki kendini bulmak istediğinde başkalarından kaçmalıydı…

Yanılmış olmam normaldi, ne de olsa “Bilge Şair Bendag”dı o. Oysa ben ne bilgeydim ne de şair...
-o-
Gitmek istemedim aslında… “Ben Bendag’la yarışıyorum, ben’imle yüzleşmem gerek” dedim, anlamsız gözlerle baktılar yüzüme. Anlamalarını beklemek hataydı, o an anladım, hem Bendag’ı tanımıyorlardı hem de beni bilge ve şair zannediyorlardı. Kendileri ile yüzleşmelerine engel olmak için “şaka” dedim, inandılar, inanmak anlamaktan daha kolaydı çünkü…

29 Kasım 2009 Pazar

Otuz Kuş ***

Nâr’a attım kendimi, nârın yakacağını bilerek.
Yedi vadinin yedi kapısını çaldım sırayla nâra ermek için.
İstedim ki yanayım aşkın ateşine, kor olayım
Kor yüreğime düşsün, kül olayım
Küllerim avuçlarıma dökülsün, damla damla ağlayayım
Ve her damlam ile bir yaramı onarayım.
Kendi yaralarımı sarayım ki merhem olsun ellerim,
Ellerim merhem olsun ki cananın yaralarını sarayım, yâr olayım…

Yedi vadinin yedi durağında yedi kapı sırlanmıştı aşkın yedi sırrı ile…

İstek kapısını gönülden çaldım,
Çağırdım cananı yamacıma.
Aşk kapısını araladı canan, buyur etti yüreğimi
“Lakin” dedi ardından “ateşim kordur benim, bilesin”
“Yanarsın benimle beraber kanadımdan kopardığın her tüyümde”
“Uçmaya değil, yanmaya ise meylin, gel”
“Ve lakin, zuhurattır kalkıp gelmem bilgi ağacının tepesinden bilesin” dedi,
“Uçmaya değil, yanmaya ise meylin, gel”
İnceden gülümsedi, acıdan inledi…

Bilgi ağırdı…
Aşkın hazzı göz yumdu bilginin acısına.
Marifet kapısının ardında kucakladım bilginin ağrısını,
Ağrıya dayanamadı açıldı kapı…

İçim içime sığmadı ateşin aydınlığında.
Dünya dengesini bulamadı, teraziler kefesini dışladı.
Kana kana içtim aşkın yangınından, kana kana yandım nârından.

İstiğna kapısının önünde durdum,
Ölçtüm, biçtim, tarttım, hesab ettim.
Canana baktım, yokluğunu kendime kattım.
Bir bana bir ben daha yeter mi diye sordum, sorumda kendimi buldum.
Cevap için kendime döndüm, kendimde O’nu gördüm.
O’na baktım, O’nda kendime döndüm…
Bildim ki O bendim benden içeri, benden öte,
Bildim ki ben O’ydum benden içeri, benden öte.
Bildim ki cismi şart değildi tenimde, ben nârına yangındım.

Bilgi ağırdı…
Aşkın hazzı göz yumdu bilginin acısına.

“Neyimsin sen benim” diye sordu
“Ben senin neyinim” diye ekledi soru işaretlerine.
Durdum düşündüm, daha önce sorulmuş cevabı bulunamamışları.
Her şeyimken hiçbir şeyim olduğunu gördüm, bildim.
Hiç’liğin içinde her şeye yettiğini gördüm, bildim.
Bilgi ağırdı…
“Sen benim kuyudayken uzaktan gördüğüm ışığımsın” dedim
“Gün ışıdığında gün ışığım, gece göklere yağdığında ay ışığımsın”
“Kıymetlimsin yüzyıllar öncesinden altın muhafazalarla taşıdığım”
“Neyim dersen o olurum, olduğum yerde nûr’unu bulurum”

Vahdet kapısının önünde cananı gördüm, selam verdim.
“Gel bir olalım, aynı nâra yanalım, nârın içinde aşkı bulalım”
“Aşka erip kor içinde kül, kül içinde gül olalım” dedim.
Durdu, inceden gülümsedi, acıdan inledi…
“Gelmek isterim elbet” dedi
“Lakin” dedi sonra “benim yüküm ağır, heybem delik.”
“Ben gelsem ardımdan dökülenler bırakmaz”
“Kırılıp dökülenlerin ahı üstümden kalkmaz”
Durdum, inceden gülümsedim, acıdan inledim…
Bilginin ağırlığını yeniden iliklerimde hissettim.
Acı çeken yerlerimi bilgiyle bileyip sivrilttim,
Unuttuklarımdan utandım, unuttuğum bildiklerimi aşk ile dirilttim;
“Ya Rab” dedim, “O’nun aşkında senin aşkını nasip eyle bana”
“O’na giderken sana geleyim, O’nu ararken seni bulayım”
“Yolundan ayırma, yolumu karartma”

Hayret kapısının önüne vardığımda benden önce varan kendimi gördüm.
Şaştım halime, yangınıma, ateşime, ateşimi sevişime…
Tekrar dua ettim;
“Ya Rab” dedim, “O’nun aşkında senin aşkını nasip eyle bana”
“O’na giderken sana geleyim, O’nu ararken seni bulayım”
“Yolundan ayırma, yolumu karartma”

Yokluk vadisinde dönüp baktım ardıma ilk kez,
Bir ben kalmıştım bir de hayalimde canan.
Ve bir de otuz ayrı iklime can veren kanadı kırık otuz kuş…

Yedi vadinin yedi kapısından geçtim,
Yedi sırrın yedisini birden bildim.
Bildiğimi bildim ama diyemedim.
Sorana anlatamam, bakana gösteremem.
Yalnız bilene derim ki “bildim sırların yedisini birden”
Bilen, bilir ne öğrendiğimi, nerden bildiğimi,
Bilir ki gerisi hikâyedir, teferruattır, sormaz.

Kaf dağının nuruna vardığımda
Zümrüd-ü Anka havalandı kanatlarını çırparak,
Ben ardından bakakaldım.
Bir düştü bu, biliyordum;
Zamanından önce uyandım, beni düşümden uyandıran fırtınaya ah ettim…

Şiirler yazmalı, şarkılar söylemeli şimdi
Kaf dağına çarpıp yankılanmalı sesim
Yedi vadinin yedi durağına,
Aşkın yedi sırrı ile sırlanmış yedi kapıya,
Dağlara taşlara ovalara denizlere,
Bitkiye yosuna balığa ve otuz kuşa çarpıp dönmeli bana.
Kendi sesim naçiz bedenime her çarptığında gözlerim yaşarmalı,
Oluk oluk ağlamalı gözlerim.
Ağlamalı ki damla damla gözyaşlarım dökülsün yaralarıma,
Dökülsün ki onulmaz yaralarım şifa bulsun…

*** Zümrüd-ü Anka ya da Simurg ya da Phoenix...